Çilleri vardı. Çok belli etmezlerdi kendilerini ama baharın son günlerinden birinde, suratına yansıyan akşam güneşinin altında görebilirdiniz onları; burnunun üzerinde birkaç tane ve bir o kadar da yanaklarında. Şimdi ne zaman bir halk otobüsünde güneş vuran bir koltuğa otursam montumla ve sıcaklayıp çıkarsam onu usulca, baharın geldiğini anlarım. Ve bahar anımsatır bana çillerini; sarımsı ve şekilsiz.
Hatırlıyorum, bir keresinde, henüz çillerinin farkına varamadığım zamanlarda hatta, bahsetmişti bana kendisinden. Gittiğimiz yıllık pikniklerin ilkinde, işe gireli birkaç hafta olmuştu daha. Halen şaşkınlığım üzerimdeydi, yetişkin insanların da pikniklerde saklambaç oynadığını ve söğüt ağaçlarına zaafım olduğunu yeni öğrenmiştim. Korkulardan ve çekincelerden dem vurmuştuk çokça. Pek fark edilmese de dışarıdan, benziyorduk birbirimize. O, yükseklikten korkmazdı ama temkinliydi pencere kenarlarında, bense henüz bir çocuk sahibi olmasam da severdim büyüklük taslamayı.
Kaşlarının arasında derin bir çizgi vardı. Sinirimi bozardı, özellikle onunla konuşurken. Gülümseyince hafiflerdi ama hiçbir zaman kaybolmazdı, en görünmez halinde dahi görebilirdiniz siluetini ve hissederdiniz ifadesine kattığı endişeyi alttan alta. Sanki aklı sürekli akşama ne pişirmesi veya su faturasını ödemeyi bu ay geciktirmemesi gerektiğindeymiş gibi. Ne zaman suratına baksam gözüm oraya kayardı istemsizce. İlk defa fark ediyormuşum gibi incelerdim o hafif kavisi her seferinde ve nelerin sebep olmuş olabileceğini düşünürdüm diyaloğumuzun boşluklarında. O gençlik günlerini, gür saçlarını ve keskin bakışlarını. İlk hangi düşüncenin bu çizginin oluşumuna temel attığını. Bu çizginin etkisinden kurtulmak için kaç yıl geriye gitmek gerektiğini. 6 yaşına, istediği çizgi filmi izleyemediği ilk ana mı yoksa daha da öncesine mi? O toy ve biraz da ablak olacak suratı düşünürdüm, eğer yeteri kadar vaktimiz varsa, acele ile sağa sola koşturmamız veya birilerinden kaçmamız gerekmiyorsa. Şimdilerde pek düşünemem bunları, o kadar geriye gitmeyi kaldırmaz bünyem. Önceden merak ettiğim kadar merak edemem hem, canlı görmeden. Onun yerine, ne zaman bir fotoğrafında kaşlarının arasına odaklansam gür sesini duyarım aniden. Seslenirken ofisinden koridora doğru bir toplantı öncesi veya azarlarken sekreterini geç kaldığı için. Hatta bazen, eğer melankolik bir günümdeysem, usulca konuşurken yakalarım onu en yakın köşenin ardında. Hafifçe öne doğru eğilmiş, hem incitmek hem incinmek korkusuyla, oğluna bir sır verirken. Bir sıcaklık kaplar içimi ellerim hızla soğurken, kendimi ani bir baş ağrısıyla bulurum bir yandan gözlerim kararırken.
Böyle acil durumlar için yanında ilaç taşırdı hep. Kocaman bir sırt çantası vardı. Üstündeyken değil, ancak çıkardığında anlayabilirdiniz büyüklüğünü. Onun uzun vücudunun yanında pek bir şey büyük durmazdı zaten. Benim migrenim için de belli başlı ilaçları taşımaya başlamıştı, tanışmamızdan 3 yıl sonra, ebedi ayrılığımızdan 1 yıl önce. Kendi astım spreyiyle aynı bölmeye koyardı. Romantik bulurdum bunu, biz ayrıldıktan sonra dahi hastalıklarımız ayrılmazmış gibi gelirdi. İkimiz de evlerimize doğru yol alırken ilaçların ayrılmasına gerek yoktu. “İyi günde kötü günde olmak üzere, ilaçlarımız sonsuz birlikteliğe yelken açtılar!” diye düşünürdüm burukça. Biz yapamayız ama devalarımız yapsın. En çok da bunun doğru olmadığını öğrendiğimde yıkılmıştım. Ölüm kadar etkilemişti beni, onun için düşündüğüm gibi özel olmadığım gerçeği; hayatında sadece bana ve kendine ayırabileceği bir çantanın iç gözü kadar alan olmaması. Bir gün çantasından umarsızca ilacımı alırken kullanılmış olduğunu görmemle şaşırmıştım önce, başı ağrımazdı pek sık. Fazladan eksik olan tablete baktığımı görünce gülmüştü hafifçe, “Kusura bakma, eşimin migreni tuttu evvelki gün.” Gülümsemiştim zorla, “İyi yapmışsın.”
Sık gülümsemezdi oysa, üstüne saklardı dişlerini. Üstelediğimde birkaç sefer gülümseyemediğini söylemişti, elinden gelmediğini. Anlam veremem hala, neydi kendisiyle alıp veremediği, bir sabah evden çıkıp beş gün gitmeyecek kadar, çocuklarını tanımak istemeyecek, huzurdan bu denli kaçacak kadar.
Elleri titrerdi. Ofisteyken arada sırada, dışarıdayken çoğunlukla. Yaşlı hissettirirdi bana kendimi, titreyen ellerini vücudumda hissetmek. Ve bir anda kırılacağını düşünürdüm, tuzla buz olacağını binbir parça halinde ve ellerimde. Tereddütsüz keserdi beni, kanım revan olurken elimden bir şey gelmezdi benim de, izin verirdim belki de kendime bir kez olsun çabalamamak için. Belki de başıma gelenler tam olarak buydu, diye düşünürüm hala ne zaman evde bir tabak düşürsem.
Ürkerim hala bir gürültüye sebep olduğumda. Sanki duyacakmış gibi, kızacakmış gibi. Gizlenirdik herkesten ama en çok da o gizlerdi kendini benden. Sokaktaki şanslı biri gibi hissettirirdi bana kendimi. Hiç aklımda bile yokken rastlamışım sanki ona. Rastlamak dahi denemez gerçi bu duruma. Sanki cadde üzerindeki bir mağazadan çıkmış aniden ve yan yana yürümeye başlamışız öylece. Olaya bakın ki istikametimiz aynıymış ve tempomuz da yan yana olmamızı devam ettirmeye yetecek kadar yakınmış. O kadar kalabalıkmış ki etraf, yanaşmak zorunda kalmışız birbirimize, öyle ki görenler beraber olduğumuzu düşünmüş. Ama ben hiç duymamışım onun sesini, göz göze gelmemişiz hiç. Ve her bir yol ayrımında diğerine sapacağından korkarak yürümüşüm yol boyunca, kendi yolumu kaybettiğimi dahi fark etmeden. Takip etmişim onu ta ki o yol üzerinde eski bir tanıdığa rastlayıp durana dek.
Şimdi, her yıl, 21 Kasım’da hatırlarım onu. İlk kez konuştuğumuz söğüt ağacının yaprakları gözümün önüne gelir hep, bir sonbahar esintisinin özlemiyle çilleri birbirine karışır zihnimde; sarımsı ve şekilsiz.
Comments