Aylardan ekim, günlerden perşembeydi. Yorganı üzerimden zorla atarak yataktan kalktım. Kaç saattir uyuyordum? Şişmiş gözlerimle aynada kendime bakarken aklıma gelen tek rakam “çok” oldu, ah bir de rakam tutturabilseydim. Evin içinde biraz dolaştım, anlaşılan yalnızdım. Bir umutla mutfağa girdim, belki bu sabah “o” sabah olurdu ve ben kahvaltı eder, gazete okur, işe gider, sekiz saat çalışır, yorgun ama huzurlu bir şekilde eve gelir, çok özlediğim karımı ve çocuklarımı alınlarından öper, televizyonun karşısına kurulur ve akşam yemeğinin hazır olmasını beklerdim. Tabi kahvaltı dışındakilere ulaşmam yıllar alabilirdi. İşi, eşi ve çocukları bırakın evde eski püskü herhangi bir gazete dahi yoktu. Böyle düşününce ve buzdolabındaki küflü peynirle karşılaşınca iştahım kaçtı, aceleyle mutfaktan dışarı çıktım ve bir gün daha kahvaltı edilen o düzenli yaşama adım atamadım. Onun yerine iki büyük adımla salona ulaştım, bu kadar kolaydı işte! Televizyona baktım, açık kalmıştı. Kim bilir kim bu kanalı açmış ve umarsızca evimden çıkıp gitmişti. Ben mi? Sanmam, uzun süredir televizyonu ellemediğimden eminim, hem demin söyledim, uzun süredir uyuyordum ben. O kişi her kimse ona sövdüm biraz, sonra da kendime sövdüm. Ne zaman paylaşımcı kimliğimi kaybetmiştim? İnsanların sorumsuzluğu kabullenmemek cimrilik ya da huysuzluk mu oluyordu ki? Bilemedim. Bu çelişkili düşünceler canımı sıktı. Bu sıkkınlığı üzerimden atmak için giyinip kendimi evden dışarı attım ve amaçsızlığımın kurbanı oldum, canım hala sıkkındı. Ben de kendimi yürümenin, pardon, başıboş yürümenin uyuşuk kollarına bıraktım.
Bulunduğum semt her zaman işlek ve kalabalıktı ama bu kalabalık herhangi bir perşembe günü için fazla değil miydi? Acaba günleri karıştırıyor olabilir miydim? Gökyüzüne baktım, yanılıyor olamazdım. Bu doygun ve canlı mavi renk ancak sıradan bir perşembe gününe ait olabilirdi.
Girdiğim her sokak, döndüğüm her köşe bana heyecan, mutluluk veya neşe getirir sanıyordum ama bu da gerçekleşmedi. Zaten güne bu kadar bedbaht bir girişten sonra getirmesi de beklenemezdi.
Umduğum hisler yerine girdiğim her sokak, döndüğüm her köşe bana sadece insan seli getirdi. Tanıdık binalar, tanıdık ağaçlar ve tanıdık kaldırımlar arasında tanınmadık yüzler, kokular, sesler, tavırlar, fikirler, tartışmalar... Hiçbir ayrıntıyı kaçırmak istemiyordum, keşke aynı anda birden çok yöne bakmak mümkün olsaydı da yanımdan geçen her hayatı uzun uzadıya inceleyebilseydim.
Ben sağa sola bakarak havada uçuşan “an”ları yakalamaya çalışırken birden incecik iki kol boynuma dolandı ve “Osman, nerelerdesin sen!” diye haykırdı. Öncelikle ismim Osman değildi ve muhtemelen hiçbir zaman da olmayacaktı. İkincisi, bana bakan bu parlak ve kocaman gözleri ilk defa görüyordum. Yine de sıkıcı olmak istemediğim için –ki sıkıcılık kötü müdür? En azından güvenlidir.- “Burdayım işte Yasemin!” dedim sırıtarak ve kollarımı yeni arkadaşım Yasemin’in incecik beline sararak. Benim arkadaşım olmaya yaraşır bir nezaket ve kıvraklıkla Yasemin koluma girdi ve yürümeye kaldığımız yerden devam ettik.
Artık canım sıkkın değildi, hatta daha demin aradığım heyecana, mutluluğa ve neşeye kavuşmuştum bile. Şimdi bu yeni –bir bakıma eski- dostuma birbiri ardına sorular yöneltmemek için kendimi zor tutuyordum. Ağzımı açsam salya yerine heyecan akacaktı sanki, gerçek bir insanla konuşmayalı, sohbet etmeyeli ne kadar olmuştu? Göz ucuyla baktım Yasemin’e, suratında muzip bir ifadeyle bana baktı birden. İstemsizce güldüm, karşılıklı güldük.
Şimdi bütün sokaklar bizimdi işte. Uzunluğunu algılayamadığım bir süre boyunca birbirine giren karışık sokaklarda dolaşıp durduk. Normalde bir süre sonra başıboş yürüme seansları -yaptığım her şey gibi- canımı sıkardı ama bu sefer beni yönlendiren bu hafif ayaklar, bana eşlik eden bu melodik ses ve zihnimi dolduran ayrıntılar beni canlı tutmayı başarmıştı. Böylece Yaseminle ilk ortak yönümüzü bulmuş oldum, o da etrafı izlemeyi ve gördüğü küçük ayrıntılardan hikayeler kurmayı seviyordu. Biraz hikayeler kurarak biraz gerçeklerden yakınarak ve epeyce insanları eleştirerek bir süre daha başıboş yürüdükten sonra karşımıza ilk çıkan pideciye girdik. Güneş hala bizimleydi, hafif bir rüzgar bize katılmıştı ve biz acıkmıştık, daha iyisi olamazdı.
O, ellerinde kocaman duran bardaktan asidi kaçmak bilmeyen gazozunu yudumlarken ve garson önümüzden kocaman ve boşalmış tabaklarımızı alırken ilk defa birbirimizi incelemek için uzun bir ana sahip olduk. Bir yandan elimdeki peçeteyle oynayıp diğer yandan biraz karışmış kahkülüne bakarken beklemediğim bir soruyla karşılaştım: “Ee Osman anlat bakalım, görüşmeyeli neler yaptın?” Her ne kadar oyun oynamayı bırakıp gerçek “Yasemin” ile tanışmayı istesem de, bir kez daha, oyunu sürdürmeyi seçtim. Aslında bu sokaktan geçen insanları izleyerek yaptığım gibi hikaye uydurmaktan başka bir şey değildi. Başta heyecandan aklıma bir şeyler gelmediği için sabah karşılaştığım küflü peynirle söze girsem de açılmam zaman almadı. Önce kendime iki tane kedi ve baş belası bir amca sonrasında da hızımı alamayıp yarı zamanlı bir iş ve yeni arkadaşlar yarattım. “görüşmeyeli” olarak ifade edilen bu meçhul zaman boşluğunu amcamın beni gereksiz yere nasıl rahatsız edip durduğunu ve aramızda geçen komik diyalogları, kedilerimden birinin nedenini anlayamadığım bir şekilde amcama nasıl da düşkün olduğunu, nasıl özgüvenli ve sivri cümlelerle işi tek görüşmede kaptığımı, yeni tanıştığım şu Özden’in ne tuhaf bir herif olduğunu, aklıma gelen bir sürü ayrıntıyla, anlatarak doldurdum. “Evet, şu aralar biraz hızlı yaşadım sanırım.” Diyerek kurgumu sonlandırdım. Aslına bakılırsa bu kurgu hayat, yaşadığım hayattan daha çok hoşuma gitmişti. Acaba ben kedi insanı mıydım? Gerçi kendimi zar zor besleyebildiğim şu dönemde hayvan beslemenin altından kalkamazdım. İhtiyacım olan şey bir amca veya dayı mıydı peki? Sırtımı yaslayabileceğim bir aile büyüğü teoride kötü durmasa da anlaşamadığın zaman büyük bir eziyete dönüşebileceğini deneyimlemiştim zaten. Geriye ne kalmıştı ki? İş ve arkadaşlar. Çalışmak fikriyle herhangi bir sıkıntım yoktu, ama olmuyordu işte! Ne kadar denersem deneyeyim dikiş tutturamıyordum. Eh, arkadaşlarım olsun isterdim tabii. Tuhaf herif Özden bile olsa, arkadaş arkadaştır sonuçta.
Ellerimi açmış neresinden tuttuysam elimde kalmış olan hayatıma bakıyordum ki, melodik sesini yine benimle paylaştı. Bu sefer şefkat doluydu hem de. “Üzülme bu kadar, Moringa’nın iyileşeceğine eminim. Elinden geleni yapmışsın zaten, veteriner de olumsuz bir şey söylememiş ki!” Ah be Yasemin, gerçekten inanmış mıydı hasta küçük kedimin varlığına veya herhangi bir canlıya Moringa adını verebileceğime? Gözlerinin içine baktığımda anlayamadım, o da oyun mu oynuyordu yoksa gerçeğini mi yaşıyordu? Bu yabancılık beni korkuttu, her yeri beyaz fayanslarla kaplı olan bu tenha yer pide salonundan ziyade deliler koğuşu gibi geldi o an. Koşmak istedim, kaçmak istedim ama nereye? Yerim yurdum yoktu belki, yine de tekrar mavi gökyüzünü görmeye, güneşi ellerimde hissetmeye ve diğer insanların arasına karışmaya ihtiyacım vardı.
Bir süre derin nefesler alarak kendimi sakinleştirmeyi başarıp başımı kaldırdığımda Yasemin’in bana bakan endişeli gözleriyle karşılaştım. Henüz sormadığı ama ağzından çıkması an meselesi olan sorulara peşinen cevap vermek için “İyiyim,” dedim “kalksak mı artık, sahile ineriz belki? Yoksa kovacaklar bizi zaten.”
Kendi hesabımı ödemek konusunda ısrarcı olmaya çabalasam da Yasemin kabul etmedi. Söylediğine göre uzun süredir bana borcu varmış zaten, bari yemeği o ödeseymiş. Sesim ancak cebimdeki para kadar çıkabildi, zayıftı anlayacağınız.
Güneş yakıcılığını kaybetmişti ama etrafa saçtığı aydınlık bakiydi, gökyüzü maviydi ve kalabalık çoğalmıştı. Havayı dolduran yemek ve insan kokularını içime çektim, kesinlikle daha iyi hissediyordum. Ben de kendimi yine Yasemin’in hafif ayaklarının kontrolüne bıraktım. Yavaş adımlarla yürüyerek sahile vardığımızda pidecide yaşadığım boşluk hissinden eser kalmamıştı. Şansımıza, bence Yasemin’in şansına, hem güneş vuran hem de denize yakın olan bir bank bulduk. Pideciden çıktığımızdan beri doğru düzgün konuşmamıştık ama sessizlik rahatsız etmiyordu artık beni. Sanki birlikte geçirdiğimiz hepi topu yarım günde Yasemin gerçekten eski bir arkadaşım olabileceğine inandırmıştı ikimizi de. On beş dakika önce pidecide karşılıklı otururken her ne kadar ikimizin de delirmiş olduğunu düşünsem ve yaptığım şeyden rahatsızlık duymuş olsam da, batan güneşin altında Yasemin’i izlerken bütün o kötü düşüncelerden uzaklaşmıştı zihnim. Rüzgarla yüzüne yapışan uzamış kahkülünü zapt etmeye çalışıyorken o incecik parmaklarıyla, istemsizce güldüm, karşılıklı güldük.
Karşılaştığımız andan beri gerçek Yasemin’le tanışmayı istesem de, tam o an vazgeçtim. Hangi ad ona Yasemin’den daha fazla yakışabilirdi ki? Bu ses, bu gülüş, bu tavırlar… Kesişim kümesinde Yasemin’den başka bir isme yer yoktu adeta. Hem o bana hiçbir şey anlatmamıştı henüz, kim bilir, gerçekleri anlatırdı belki de! Evet, şimdi onun sırasıydı. “Sen neler yaptın bakalım, hiç anlatmadın?” dememe kalmadan telefonu çalmaya başladı. “Kusura bakma” dedi endişeyle “bunu açmam lazım.” O konuşmak için güneşli bankımızdan kalkıp birkaç adım uzaklaşınca elbisesi dikkatimi çekti, sıradan bir perşembe gününe yakışacak kadar maviydi. İçim huzurla doldu o an, sanki hem eski hem yeni iki tane arkadaşım olmuştu bir anda Yasemin. Ben bu düşüncelerle denizi izlerken Yasemin aceleyle banktan çantasını aldı ve hızlıca konuşmaya başladı: “Affet beni Osman, benim komşum Ahmet vardı ya hatırlarsın, o aradı, evimi su basmış öyle diyor. Hemen gitmem lazım şimdi. Salondaki koltuk takımını da yeni almıştım, taksitleri daha bitmemişti bile. Of ki ne of trafik de vardır şimdi en az bir saat sürer gitmem. Görüyor musun sen şu işi! Canım çok sıkıldı buna. Sen beni ara, yakın zamanda yine görüşelim olur mu? İyi bak kendine, canını sıkma hiçbir şeye, tamam mı? Hadi görüşürüz.”
Bunu hiç beklemiyordum işte, o konuşurken verebildiğim tek tepki ayağa kalkmak oldu. Konuşmasını bitirince sıkıca sarıldı bana, ben de ona. Arkasından hafif ayaklarıyla hızlı adımlar atmasını seyrederken kendime şaştım, elbisesinin rengini nasıl daha önce fark edememiştim ki? Bir süre daha oturup denizi izledikten sonra kafama dank etti, onu, Yasemin’i bir daha göremeyeceğim gerçeği. Elimde ne arayabileceğim bir telefon numarası vardı ne de bulabileceğim bir adresi. İstemsizce güldüm kendi kendime, kimse eşlik etmedi bu sefer.
Uzunluğunu kavrayamadığım bir süre boş gözlerle denizi izledikten sonra kalkıp eve gitme kararı aldım. Güneş batmıştı ve yanımdan geçen insanlar artık bana çarparak ilerliyorlardı. Havada uçuşan “an”lar vücuduma saplanıyordu, insanların gülüşleri, bakışları, adımları zevk vermiyordu, bugünün bütün hikayeleri yarım kalmıştı.
Aylardan ekim, günlerden perşembeydi. Anahtarı zar zor deliğe geçirerek eve girdim ve açık kalan televizyonumu yine kapatmadım. Onun yerine üstümü değiştirmeden kendimi yatağa attım, yorganı üstüme zorla çekerken uzun süre uyuyacakmış gibi hissediyordum.
Comments